Bir çeşit hayat üçgeni: Kişisel Alan
top of page

Bir çeşit hayat üçgeni: Kişisel Alan



Deprem anında hayatta kalabilmek için en önemli önerilerden biridir, hayat üçgeni metodu. Çünkü, hayat üçgeni metodunun, kişilerin enkazdan sağ çıkmalarını sağladığı görülmüştür. Hayat üçgeni, genellikle, dirençli bir eşya tarafından, çöken yapısal unsurların desteklenmesiyle ve hayatta kalacak kadar bir boşluk sağlayarak oluşur. Kişisel alan konusunu ben biraz manevi bir psikolojik üçgeni gibi görüyorum. İnsan ilişkilerinde, özellikle de partnerler arasında, kişisel alanların olmaması veya ihlal edilmesi, ilişkiyi sabote eden en sinsi düşmanlardan birisidir. Üstelik kişisel alanlar yaratmanın, ilişkileri daha da zenginleştirdiğini de unutmamak gerekir.

Daha fazla ayrıntıya girmeden önce hemen bir parantez açıp, kısaca kişisel alan kavramını da bir tanımlamak isterim. Kişisel alan; kısaca bireyin kendisini rahat hissettiği, duygularına ve düşüncelerine herhangi bir müdahalenin olmadığı, kendisiyle kalabildiği, kendisi gibi olabildiği alan olarak tanımlanabilir.


Nasıl ki hayatımızda, özellikle de kamuya açık alanlarda, fiziksel kişisel alanımız ihlal edildiğinde kendimizi rahatsız hissediyorsak ve diğer insanlarla aramızda olan mesafeyi arttırarak rahatlıyorsak bu durum ilişkiler için de geçerli. Örneğin, metrobüsle bir yerden bir yere giderken yaptığınız yazışmaların omzunuzun arkasından, hiç tanımadığınız biri tarafından okunması ya da bankamatikte bir işlem yapmaya çalışırken arkanızdaki kişinin dibinize girmesi ne kadar rahatsız edici oluyor. Tahminimce, özellikle de toplu taşıma kullanan herkes bu durumu en az bir defa yaşamıştır. Böyle bir durum kişinin kendini tehdit altında hissetmesine bile neden olabiliyor üstelik.


Kişisel alan ihlali, ilişkilerde de farklı şekillerde ortaya çıkabiliyor. İş arkadaşlıklarında ya da sosyal aradaşlıklarda, kişilerin sınırlarını bilmeyerek, üstlerine hiç vazife olmayan kişisel konulara müdahil olması maalesef bizim kültürümüzde sıklıkla karşımıza çıkan bir durum. Çiftlerde, evliliklerde ve ebeveyn çocuk ilişkilerinde de bu durum sıkça karşımıza çıkıyor. Çoğunlukla da bir sevgi ve yakınlık göstergesi olarak yapılsa da maalesef genellikle istenmeyen sonuçlar doğuruyor.


Kişisel alan kavramının en sıklıkla göz ardı edildiği alanlardan biri çalışma ortamları. Çoğu zaman hem yöneticiler hem çalışma arkadaşları, bilerek ya da bilmeyerek, bireylerin kişisel alanlarına saygı gösterme gereksinimi duymuyor. Özellikle de yöneticiler, çalışanlarının kişisel alanlarını göz ardı ederek günün olmadık saatlerinde veya kişinin kendine ait zamanında rahatsız etmekten çekinmiyor. Bu da kişiyi hem baskı altında ve sıkışmış hissettiriyor hem de çalışma motivasyonunu düşürüyor. Kendisine ve kişisel alanına saygı duyulduğunu hisseden bir bireyin çalışma motivasyonu artar. Zira insanın fiziksel ihtiyaçlarından sonra en temel gereksinimlerinden biri önemsenmek ve saygı duyulmak olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda bu son derece makul bir sonuç.


Çocuklar ve kişisel alan


Kişisel alan kavramı çocuklukta başlar. Çocuğunun kişisel alanına saygı göstermeyen ebeveynler, istemeden de olsa, anne babalarına çok bağımlı, özgüven sorunu olan ve kişisel alan algısı olmadığı için başkalarının kişisel alanlarına da saygı göstermeyen bireyler olarak yetiştiriyorlar. Kişisel alan kavramını özellikle de gelişim çağında doğru şekilde öğrenen ve gözlemleyen kişiler, özgüvenli ve sağlıklı ilişkiler kurabilen bireyler oluyorlar.


Bu süreçte, özellikle de çocukları ile “arkadaş gibi” olmak isteyen ebeveynler bunu yaparken maalesef çocuklarının kişisel alanlarını ihlal edebiliyorlar. Dolayısıyla her ilişkide olduğu gibi, ebeveyn – çocuk ilişkisinde de,sınırları doğru belirlemek çok önemlidir. Zira ebeveynlerimizle kurduğumuz ilişkilerin ileriki yaşlarımızda kuracağımız ilişkiler üzerinde doğrudan etkisi olduğu yadsınamaz bir gerçek.


Kişisel alanına saygı gösterilmeden büyümüş bireyler, ileriki dönemlerde kurdukları ilişkilerde maalesef sevgiyi, gördükleri ilgi ile doğru orantılı değerlendiriyor. Bu doğrultuda, partnerlerinden ilgi görmedikleri her anı sevgisizlikle bağdaştırabilecek kadar bağımlı bireyler olabiliyorlar. Yani partnerlerinin hayatının merkezinde olmadıklarında veya sürekli aynı ilgiyi göremediklerinde bu durum ilişkilerinin tehlikede olduğunu ve artık sevilmediklerini düşünmelerine sebep olabiliyor.


Genellikle bu bireyler, partnerleriyle, ne kadar birlikte vakit geçirirlerse o kadar yakın olacaklarını düşünüyor. Bu bir noktaya kadar doğru olabilir. Elbette çiftler arasındaki paylaşım arttıkça, bireyler birbirini daha iyi tanır ve yakınlaşır. Zira ilişki demek, birlikte hareket etmek, ‘biz’ olmak, bir çok duygu ve olayda yan yana durmak, paylaşımda bulunmak demek. Ancak “biz” olmak, “ben” olmaktan vazgeçmek anlamına gelmemelidir. Sağlıklı bir ilişki ‘ben’, ‘sen’ ve ‘biz’ kavramlarının bir arada uyum içinde ve dengeli bir şekilde var olmasıyla oluşur.

Bununla birlikte, her ilişkide kişisel alan kavramı değişkenlik gösterir. Yani her ne kadar kişisel alanı “kişinin kendini rahat hissettiği, kendiyle kalabildiği ve en önemlisi duygu ve düşüncelerine müdahalenin olmadığı bir alan” olarak tanımlasak da her bireyin bu anlamdaki ihtiyacının tamamen öznel olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bence, romantik ilişkilerde de her çiftin kendine has formülünü oluşturması en sağlıklısı olacaktır. Yaşadığımız ilişkiden aldığımız haz ve bize hissettirdikleri tıpkı damak tadı gibi bize özeldir. Yani nasıl bir yemek tarifini kendi damak tadımıza uygun bir şekilde yorumluyorsak veya nasıl ki başka mutfakların yemeklerini kendi mutfağımıza, kendi damak tadımıza uyarlıyorsak, ilişkinin dinamiklerini ve buna bağlı olarak kişisel alan kavramını da yine kendi damak tadımıza göre yorumlamakta fayda var.

İlişkilerde kişisel alanların ve sınırların olması ilişkiye zarar vermez. İlişkiyi zenginleştirir, güçlendirir ve sağlamlaştırır. İlişkilerde sınırlar, çiftleri birbirinden uzaklaştırmaz, aksine birbirlerini daha da yakından ve iyi tanımalarına yardımcı olur. Üstelik, bu sınırlar, kişinin kendisini, isteklerini ve istemediklerini de daha iyi tanımasını sağlar. Yani sağlıklı sınırlar olması hem kendimiz ve karşımızdaki kişi için hem de ilişkimizin geleceği için son derece olumlu bir durumdur.


Kısacası, kişiler, öncelikle birey olduklarını unutmamalı, kendi kişisel alanlarını korumalı ve diğer bireyinkine de saygı duymalıdır.

İlişkilerde kişisel alana neden ihtiyacımız olduğunu birkaç maddede özetlemek isterim.


Mutlu bir ilişkide bireysel mutluluk temel ihtiyaçtır


Her şeyden önce bireysellik ve bireysel tatmin ilişkide mutlu olmanın en önemli noktalarından biri. Kişinin kendi ihtiyaçlarını, nelerden mutlu olduğunu en iyi yine kişinin kendisi belirler. Hem kendisi mutlu olmayan birinin karşısındakini, partnerini mutlu etmesi pek de mümkün değildir. Dolayısıyla karşımızdakini mutlu etmek istiyorsak, önce kendimiz mutlu olmalıyız.


Her şeyin çoğu zarar, azı karar


Ben daha küçük bir çocukken, hem anneannemden hem babaannemden sıklıkla duyduğum öğütlerden biriydi “her şeyin çoğu zarar, azı karar”. Bu öğüdü yaşım ilerledikçe daha bir anladım aslında. Bu en sevdiğimiz yemekleri olduğu kadar, içerisinde bulunduğumuz ilişkileri de kapsıyor. Biriyle paylaşımlarımız ne kadar güzel olsa da, her şey tadında güzel. Nasıl ki en sevdiğimiz tatlıyı, yemeği belli bir miktardan fazla yediğimizde zararlı bir hale geliyorsa bu arkadaşlarımızla, partnerlerimizle ve hatta ailemizle olan ilişkilerimiz için de geçerli.

Tabii ki insan birini çok sevdiğinde, onunla vakit geçirmekten, bir şeyler paylaşmaktan çok keyif aldığında birçok şeyi onunla yapmak, paylaşmak istiyor. Bu son derece doğal ve güzel bir duygu. Ancak bu güzel duyguların uzun ömürlü, ilişkininse güçlü olabilmesi için dengeleri korumak son derece önemli bir adım. Kısacası, mutluluğun sırrı her şeyi tadında, kararında yaşamak.


Çift olmak, siyam ikizleri gibi yaşamayı gerektirmez


Her bireyin kendine, kendi ihtiyaçlarına vakit ayırmaya, kendisi olmaya ihtiyacı vardır. Genellikle hepimiz bir ilişki içindeyken, partnerimizin yanındayken olduğumuzdan daha fazlası olmaya çalışma eğilimi gösteririz. Bu kişiyi geliştiren ve iyi bir şey gibi görünse de bireysel alanlarımıza yeterli özeni göstermemek maalesef ilişkinin sonunu getirebilir.

Mutlu bir çift olmak, siyam ikizleri gibi her şeyi birlikte yapmayı, her yere birlikte gitmeyi gerektirmez. Aksine bireylerin kendilerine ait sosyal çevreleri, hobileri olması, sosyal aktivitelere katılmaları aralarındaki ilişkiyi zenginleştiren en önemli unsurlardan biridir. Farklı ilgi alanlarıyla meşgul olmak, kişinin isteklerini, hayallerini ve ihtiyaçlarını keşfetmesine yol açan ve benliğini bulmasının etkili bir yoludur. Bununla birlikte farklı ilgi alanları ve uğraşılar partnerler arasındaki iletişimi, paylaşımı ve ilişkiyi güçlendirir.


Biz” olurken “ben”i korumak ilişkinin sağlığı için çok önemlidir


Elbette sağlıklı bir ilişkinin temelinde “Biz” olmak yatar. Ancak bunu yaparken “ben” olmayı ihmal etmemek gerekir. Bir kişinin bir ilişkide yapabileceği en büyük hata kendisini yalnızca o ilişkiyle tanımlamasıdır. Dolayısıyla “biz” olabilmek için önce “ben” olabilmek gerekir. Aksi takdirde mutsuzluk maalesef kaçınılmaz olur. Üstelik bunu yapabilmek hiç de zor değil. Biriyle aynı evi paylaşırken bile kendimize anlar ve alanlar yaratmak bile “biz” olurken aynı zamanda “ben” olabilmemizi sağlar.


Konuyu kısaca özetleyecek olursam, hayatta kendimizi fiziksel olarak korumak kadar, psikolojik sağlığımız da önemli. Dolayısıyla fiziksel bir tehlikeye karşı alabileceğimiz önlemlere gösterdiğimiz özeni psikolojimizi korumak için de göstermeliyiz. Bunun için de hem kendi kişisel alanımızı korumalı, hem de başkalarının kendilerini tehlikede hissetmelerine sebep olmamak adına kişisel alanlarına saygı göstermeliyiz.

bottom of page