İnsan, sosyal bir varlıktır. Çoğu zaman kendini çevresi ile var eder. Peki bu ne demektir? Daha küçücük bir çocukken bile kendimize dair fikirlerimiz ebeveynlerimizin veya bakımımızdan sorumlu olan kişilerin bize dair tespit ve önermeleri ile paralel şekilde gelişir. Uslu, yaramaz, tembel, çalışkan, zeki v.s gibi tanımlamalarla kendimizi anlamlandırmaya çalışırız. Bir anlamda başkalarının gözünden göründüğümüz şekilde kendimizi etiketlemeye başlarız. Amerikalı psikolog Abraham Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi teorisinde de belirttiği gibi bireylerin ihtiyaç hiyerarşisine baktığımızda fiziksel, yaşamsal ve güvenlik ihtiyaçlardan hemen sonra aidiyet, sevgi, kabul görme gibi sosyal ihtiyaçlar karşımıza çıkıyor. Ve tüm bunlara daha dünyaya geldiğimiz andan itibaren ihtiyaç duyuyoruz. Bu açıdan baktığımızda sürekli olarak tenkit edilen, eksik bulunan ve kabul görmeyen bir çocuğun kendini kabul etmesi, bütün hissetmesi ve yüksek bir özgüvene sahip olması çok zor görünüyor.
Bu durum seneler geçtikçe çok da değişmiyor aslında. Okula başladığımızda da arkadaşlarımızın, öğretmenlerimizin bizler hakkındaki fikirleri ile şekillenir.
Ben okuma yazmayı öğrendiğimde henüz okula başlamamıştım. Çok sevdiğim ve her hafta sonumu birlikte geçirdiğim, benden dört yaş büyük kuzenim ders çalışırken onu izleye izleye okuma yazmayı öğrenmiştim. Hatta okumayı öğrendiğimi annemin keşfetmesi de arabada giderken dükkanların vitrinlerindeki yazıları okuduğumu farketmesi ile olmuştu. Annem o gün ne kadar şaşırdığını ve ne kadar mutlu olduğunu hala zaman zaman anlatır.
Kabus gibi bir ilk okul günü...
İlkokula başlayacağım zaman o dönemin en gözde okullarından birine gitmem için yoğun bir çaba sarfetmişti ailem. Zira o okula kayıt olmak için ödeme yapmak yeterli değildi mutlaka bir tanıdığınızın olması gerekiyordu. Annem de kızının okuma yazmayı öğrenmiş olmasının gururuyla beni aslında direkt 2. sınıftan başlatmak istemişti. Sonuç olarak bu kabul edilmedi ve sonuç olarak ben 1 hafta geç olmak kaydıyla okula başladım. Sınıfa girdiğimde öğretmen zaten heyecandan tir tir titreyen beni hemen tahtaya kaldırdı. “Gel bakalım, sen okuma yazmayı biliyormuşsun. Şimdi ‘Bugün hava yağmurlu’ cümlesini tahtaya yaz bakalım!” dedi.
Heyecanla yazdım. Ancak sanırım heyecandan “ğ” harfini veya üzerindeki işareti koymayı atladım. Öğretmenim ne yaptı dersiniz?
“Sen salaksın, bir de annen sana sınıf atlatmak istiyordu. Geç yerine” dedi.
O yaşta bir çocuğun hele ki bütün sınıfın önünde bu şekilde aşağılandığında neler hissedebileceğini veya kendine dair ne gibi çıkarımlar yapabileceğini az çok tahmin edersiniz herhalde. Daha sonra birçok sınıf arkadaşımıza farklı boyutlarda şiddet uyguladığı için velilerimizin de baskısıyla öğretmenin işine son verildi elbette. Ama galiba biraz iş işten geçmişti.
Bu tip öğretmen davranışları çoğu zaman çocukların sınıfta anlamadıkları bir konuyu bile sormaktan çekinir hale gelmelerine sebep oluyor. Bunun da altında yatan duygu özgüven eksikliği desem sanırım abartmış olmam. Tüm bunlara bir de akran zorbalığını eklediğiniz zaman sisteme yetersizlik hissi yüklendikçe yükleniyor.
“Sınıfta kalacaksın!”
Bazen ebeveynler de çocuklarını yüreklendirmek, motive etmek için ters psikoloji uygulamaya çalışabiliyorlar. Biraz açmak gerekirse, daha çok ders çalışmasını istedikleri çocuklarına “bak sınavı kazanamayacaksın”, “bak bütün arkadaşların sınıfı geçecek sen sınıfta kalacaksın” ve hatta “senden hiçbir şey olmaz!” gibi sert uyarılarda bulunarak günümüz tabiriyle çocuklarını gaza getirmeye çalışıyorlar. Niyetleri her ne kadar iyi olsa da sistem maalesef çoğu zaman böyle işlemiyor. Bu telkinlerin çocuğun bilinçaltındaki karşılığı “kendi annem / babam bile başaracağıma inanmıyor demek ki ben yetersizim” oluyor.
Ebeveynlerin bu davranış hatasına düşmesinin bir sebebinin de kültürümüzde var olduğunu gördüğüm “çocuk şımarmasın” endişesi. Yani başkalarına çocuğunu anlatırken yere göre sığdıramayan ebeveynler çocuklarına karşı çok daha acımasız yorumlarda bulunabiliyor.
Elbette bir bu tarz telkinler bazı çocuk veya bireylerin hırslanarak daha çok çalışmasını sağlıyor olabilir. Ancak maalesef kendisine dair tanımlamalarını son derece olumsuz etkiliyor. Dolayısıyla başarıya giden yolda motivasyonu başarılı olmak değil başarısız olmadığını ve yeterli olduğunu ispat etmek oluyor. Ki bence bu bireyin kendisi ve iç huzuru için son derece yorucu ve sağlıksız bir psikoloji.
Çalışma hayatında yansımaları
Bu davranış biçimlerinin iş hayatındaki yansımalarını da ne yazık ki çoğu yönetici çalışan ilişkisinde görmek mümkün. Çalışan şımarmasın, kendini nimetten saymasın diye düşünen veya kendi baktıkları pencereden bu davranış biçimiyle çalışanlarından daha yüksek performans alabileceğini düşünen bazı yöneticiler sistematik bir şekilde kişileri değersiz ve yetersiz hissettirecek yorum ve tespitler yapıyorlar. Böylelikle birçok sektörde mutsuz, ruhsuz yalnızca kendisini yöneticisine kabul ettirmeye ve işini elinde tutmaya çalışanlarla karşılaşıyoruz.
Sonuç olarak bilinenin aksine yapılan acımasız yorumlar, çocukluktan başlayarak, kamçılamak yerine yetersizlik hissi yüklüyor. Yaş ilerledikçe kişi bu konu üzerine çalışarak belki bu yetersizlik hissini bir miktar olsun aşabiliyor ancak yine de o tortular kalıyor ve insanı zayıf bir anında pat diye yakalayıveriyor. Üstelik böyle zamanlarda kişi kendisine diğer insanlardan çok daha acımasız yaklaşarak hayatı kendine zindan ediyor, belki de olası birçok başarı fırsatını kaçırıyor.
İnci Hanım merhaba,
Yazınız son yıllarda kendi iç dünyamda sürekli savaş verdiğim, tartıştığım nasıl bir baba olmalıyım sorusunu hatırlattı. Çocukluğumuzda yaşadığımız, yazınızda da bahsettiğiniz kimi önemsiz gibi görünen minik olaylar, yıllar geçtikçe aslında bir travmaya dönüşebiliyor. Bunu büyüdüğümde veya baba olduğumda daha net anladım. Dolayısıyla şu an kendi çocuğuma olan davranışlarımı sürekli sorguluyorum. Az önce şöyle davrandım / tepki verdim ama acaba sonrasında çocuğumda bu durum bir travmaya sebep olur mu gibisinden takıntılar oluşmaya başladı. Bu durumu ne yazık ki ters yönde çok abartanlar da var. Ben yaşayamadığım çocuğum yaşasın diyerek kontrolsüz çocuk yetiştirenler. Neyse uzatmayayım, özetle dengeyi kurmak, korumak çok önemli. Çocuklukta belki de anlık verilen bir tepki, o kişinin sonraki yıllarında kelebek etkisi oluşturup bahsettiğiniz gibi iş hayatına,…